_________________________________________________________________________________________________________________________

__________________________________________________________________________________________________________________________

29 Mayıs 2012 Salı

İstanbul


Nice şairlerin ona methiyeler dizmekten bıkmadığı, yerli ve yabancı yazarların onun güzelliğini tasvir etmekten yorulmadıkları olağan üstü bir şehirdir İstanbul…

Türk edebiyatının ve dünya edebiyatının usta kalemlerinin yazılarına ve şiirlerine, Türk ve dünya sanat tarihinin gelmiş geçmiş en usta ressamlarının tablolarına ve yine Türk ve dünya tarihinin en usta müzisyenlerin eserlerine konu olan bu efsanelerle dolu doğal cenneti anlatmaya kelimeler yetmez.

İstanbul üzerine düşünülenler, İstanbul için yazılanlar ve İstanbul’un düşündürdükleri dünden bugüne ciltler dolusu kütüphaneler oluşturmuştur.İstanbul’da mola veren, yolu İstanbul’dan geçen ve İstanbul’a yerleşen herkes, kendi algısı ölçüsünde İstanbul’u anlamaya, anlamlandırmaya çalışmıştır.

On dokuzuncu asırda, romantizm akımından sonra, insanların gözleri tabiatı görmek için açıldığı vakit, İstanbul bütün şehirler arasında birinci derecede göründü. Avrupa’nın en yüksek şairlerinin gözlerini kamaştırdı ve en güzide ruhlu seyyahlarının hafızalarına yerleşti. Farzımuhal olarak Türklerin yeryüzünde, güzellik namına başka bir eseri olmasaydı, yalnız bu şehir onun nasıl yaratıcı bir kudrette olduğunu ispat etmeye yeterdi.

Türkler bu şehrini imar görmemiş, hâlî bir sahada kurmadı; Şarkî Roma İmparatorluğu gibi asırlarca Avrupa’nın yegâne medeniyeti olmuş ve şaşaasıyla bütün milletlerin gözlerini kamaştırmış bir devletin harabesinin üzerine kurdu.Bunun muzaaf bir kıymeti vardır.Eski Bizans harabesi üstüne kurulan Türk İstanbul, şuan ki halinden bambaşka bir kimlikteydi ve yalnız kendini kuran milliyetinin bir ifadesi halini aldı.

Türkler İstanbul’u 1453’te Bizans’tan bir virane halinde aldılar.O vakit İstanbul’un ne kadar harap, yoksul ve perişan olduğunu, Bizans’ın meftunu olduğundan şüphe olmayan tarihçi Charles Diehl, uzun boylu yazdığı gibi, bu bahsi bundan yirmi sene evvel İstanbul’da vermiş olduğu bir konferansta da iyi tasvir etmiştir.Evet, on beşinci asır Türkleri, İstanbul’u virane olarak aldılar ve derhal imar etmeye koyuldular.Bir asır sonra, o zamanki Avrupa’nın hem en büyük hem en ihtişamlı hem de en güzel şehri haline getirdiler.İnanılsın ki bu hükümde zerre kadar mübalağa yoktur.

Ve yine zerre kadar mübalağa etmeksizin diyebiliriz ki o asırlarda Türklüğün medeni kabiliyeti, Latinlerin medeni kabiliyetinden yüksekti.Latinler, dördüncü Haçlı Ordusu’yla 1204’te İstanbul’u zaptettiler ve şehre kendileri yerleştiler.Bu istilanın nasıl bir facia olduğunu yine o zamanın Avrupa tarihçileri ve o zamandan beri tüm tarihçiler iyi yazdıkları için bir kelime dahi ilave etmeye lüzum yoktur.

Firenk hâkimiyeti İstanbul’da yalnız 57 sene sürebildi.1261 de Latin İmparatoru, hükümeti ve ordusuyla çekildiği zaman, arkasında bir virane bıraktı.Paleologlar, o viraneyi yüz doksan sene süren hâkimiyetleri süresince mâmur edemediler.İşte Türklerin 1453’te buldukları İstanbul bu viraneydi.

Türklerin medeni kabiliyeti çok yüksek olmasaydı, bu viraneyi o kadar çabuk imar edebilirler miydi? Millî kudretleri çok üstün olmasaydı onu beş yüz sene muhafaza edebilirler miydi?

O halde tarihin en kudretli, en şanlı, en zeki, en üstün padişahı olan Fatih Sultan Mehmet ve onun emrindeki binlerce askerin göğsümüzü kabartan mücadeleleri hiçte boşa gitmemiştir. Tam aksine İstanbul’un İstanbul olmasına sebep olan yine Türklerdir.Bu muhteşem şehri muhteşem kılan yine tarih sayfalarının yazdığı en muhteşem millettir.Bilmekteyiz ki Türkler asırlar boyunca varlıklarını sürdürdükleri topraklar üzerinde küçümsenemeyecek kadar muhteşem eserler bırakmışlardır.İstanbul ise Türklerin dünyaya armağan ettikleri en büyüleyici eserdir.

Yahya Kemal’in de dediği gibi:
“Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında halis ve tam bir ahenk varsa, orada gözlere bir vatan tablosu görünür.

İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul’un eski semtlerinden herhangi birini, mesela Kocamustâpaşa semtini, yahut Eyüb’ü, yahut Üsküdar’ı yahut da Boğaziçi’nin henüz millî hüviyetini muhafaza eden herhangi bir köyünü seyredince kat’î bir hüküm vererek der ki: ‘Bu halk bu iklimde ezelden beri sakindir ve bu iklime bu mimariden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz.’ ”

Evet, gerçek ve hassas bir sanatkâr bu hükmü verir.Türkler beş yüz senden beri mimârisini bu şehrin her tepesine, her sahiline, her köşesine kurarken “Artık bu diyar dünya durdukça Türk kalacaktır.” denildiğini hissettirdi.

İstanbul’u anlamak için İstanbul’u okumak; İstanbul’u yaşamak için İstanbul’u anlamak gerekir: o halde bu yazı sizi İstanbul’u anlamaya davet ediyor.Davet İstanbul’un…



NOT : Eski bir yazım... Bugüne özel paylaşmak istedim..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bunlara da bir bakın :)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...